Atatürk ATATÜRK ANEKTODLARI

ATATÜRK ANEKTODLARI

209
ANILARDA ATATÜRK
ANILARDA ATATÜRK

ATATÜRKÜN ANEKTODLARI

Yaşlı Nine

Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu:
-Merhaba nine.
Kadın Ata’nın yüzüne bakarak hafif bir sesle:
-Merhaba, dedi.
-Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayı:P
-Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
Paşa gülümsedi.
-Ne sahibiyim, ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı:
-Tabii söyleyeceğim, ben Sincan’ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara’ya geldim.
-Muhtar niçin Ankara’ya gönderdi seni?
-Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da …. Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip
saldı Angara?ya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
-Senin Gazi Paşa’dan başka bir isteğin var mı?
Kadının birden yüzü sertleşti.
-Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki… O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona sağol paşam! demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek.
Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa?yı bulacağım yeri deyiver.
Atatürk’ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
-Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır… Benim köylüm,benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum:
-Anacığım dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk’ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk’e uzattı:
-Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi:
-Bu anamızı alın, burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine benim bütçemden üç inek verin armağanım olsun.


Büyük adam ölünce

Sene 1938, on kasım…

İstanbul üniversite’sinde saat 9’u 5 geçenin meşum haberi duyulmuş… Bir alman profesör var, hukuk fakültesinde, o da duymuş, şaşırmış. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremiyor. O sırada aklına rektöre müracaat etmek gelir. Kalkar, yanına gider. Aralarında şu konuşma geçer:

-efendim, mütereddidim. Acaba ne yapsam?

-sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa, onu yapın.

İşte o zaman alman profesör kollarını iki yana sarkıtarak:

-bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… Der.

(yücebaş, hilmi, atatürk’ün nükteleri-fıkraları,
Hatıraları, istanbul, kültür kitapevi, 1963, sh. 39)


Sen kimsin ?

Dumlupınar savaşı kazanılmıştır. Düşman askerleri geri çekilmektedir. Afyonkarahisar hatları çözülünce birkaç yunan esiri geceleyin mustafa kemal’in çadırına getirilmişti. Bunlardan biri zafer kazanmış kumandanın doğup büyümüş olduğu selanik’ten gelmişti. Yüzü kendisine yabancı gelmemişti. Üniformasında hiç bir işaret yoktu. Mustafa kemal’e sordu:

-binbaşımısınız?
-hayır.
-kaymakam mı?
-hayır.
-miralay mı?
-hayır.
-ferik mi?
-hayır.
-peki nesiniz o halde?
-ben mareşal ve türk orduları başkumandanı’yım. Şaş- kınlıktan ağzı açık kalan yunan, kekeler:
-ben başkumandanın savaş hattına bu kadar yakın bir yerde dolaşmasını işitmiş değilim de…

(olaylar ve atatürk, sh. 67-68)

Zülüflü ismail paşa



İşte türk askeri budur!

Bir gün, atatürk’ten türk askeri hakkında ne düşün düğünü sormuşlar:

-durun size bir hikaye anlatayım, dedi. Orduları kumandanı idim. Liman van sanders paşa da o sırada kıt’alarımızı teftişe gelmişti. Hastaneden yeni çıkmış bazı asker-eri de her nasılsa bölüklerin arasına karıştırmışlar van sanders:

-canım böyle adamları ne diye buraya gönderiyorlar?

Diye söylenerek hasta ve cılız neferi göğsünden itti. Mehmetçik derhal yere yuvarlandı.
Alman generali davasını ispat etmiş olmanın gururu içinde:

-işte gördünüz ya, dedi düşmek için bahane arıyormuş! Oracıkta van sanders’e bir azizlik yapmak aklıma geldi neferin yanına sokularak;

-ne kof şeymişsin sen… Dedim. Dikat etsene seni yere yu-arlayan adam bizden değildi. Ne diye karşı durmadın? Şimdi tekrar yanına gelirse, sıkı dur. Gücün yetiyorsa bir kakma da sen ona vur.

Sonra van sanders’e dönerek:

-sizin takatsız sandığınız nefer boş bulunduğu için yere yıkılmış. Türk askeri amir karşısında, dünyanın en uysal insanı olur. Kendisine söyleyin:”hele gelsin bak bir daha beni yere yıkabilir mi?” diyor.

Van sanders askerlerle şakalaşmasını severdi. Gülerek aynı askerin yanına geldi. Fakat eliyle dokunur dokunmaz o mecalsiz mehmet’ten öyle bir kakma yediki, derhal sırt üstü yuvarlandı. Van sanders, mehmetçik’in bu mukabelerine hiddet etmemiş bilakis türk neferine karşı olan hayranlığı artmıştı. O kadar ki yerden kalkınca ilk işi gidip hasta türk neferinin elini sıkmak oldu.

Atatürk:

-işte türk askeri budur!Diyerek sözlerini bitirmişti.

(olaylar ve atatürk, sh. 70-71)


Kırk asırlık türk yurdu

1923 senesinin martının onbeşinci pazar günüydü. Atatürk, adana istasyonunda trenden inmiş;sağı solu dolduran halkın coşkun alkışları:”yaşa, varol!”sesleri arasında yaya olarak şehre gidiyordu.

Yarı yolda karalar giymiş bir kadın, kalabalığı göze çarptı;sonra onların arasından ikişer levha taşıyan dört genç kız çıktı;atatürk’ün önünde durdular, arkalarında bir kız daha göründü ve önüne geçti. Hıçkırıklar, iniltiler ve yalvarışlarla dolu bir nutuk söylemeye başladı. Bu genç kızın şahsın da henüz esir bulunan iskenderun’lu antakya’nın türk olan bütün halkı;”bizi de kurtar!”diye yalvarıyordu.

Herkesin gözleri yaşarmıştı; hıçkırıklarını tutama-yanlar vardı.

Atatürk’ün de gözleri nemliydi ve başı eğilmiş gibiy-di. Genç kızın nutku bitince, anlı yükseldi;mavi gözlerinde ve pembe yüzünden bir çelik parıltısı görüldü. Her kelimesi üzerinde kuvvetle durarak:

-kırk asırlık türk yurdu yabancı elinde kalamaz! Dedi.

On altı yıl sonra hatay davasının en heyecanlı günlerinde hasta ve bitkin olmasına, mutlak istirahat tavsiyesine rağmen, hatay’a yakın olmak için tekrar adana’ya gitti. Dört saat ayakta durmak ve çalışmak gibi olağanüstü metanet gösterdi. Hatay kurtuldu, fakat atatürk’ü kaybettik.

İsmail habib bu bahsi şöyle bitirir:

“hatay, hatay!… Seni kurtaran aynı zamanda senin şehidin oldu. ”
(nükte ve fıkralarla atatürk, sh. 97-98)


Babasının tarlası

Bir gün bir köylü atatürk’ün orman çiftliği hudutları içindeki bir tarlayı, kendi tarlasıymış gibi sürüyordu. Onu gördüler. İhtar ettiler, dinletemediler. Bunun üzerine atatürk’e söylediler.

Atatürk teftişe çıktığı zaman o tarafa gitti. Yanındakiler toprağı sürmekte olan köylüyü göstererek:

-işte budur! Dediler.

Atatürk yavaş yavaş ona doğru yürüdü. Yaklaşınca sordu:

-burada ne yapıyorsun?

Köylü gülümsüyordu. Son derece sevip saydığımız, fakat asla korkmadığımız bir insan karşısında nasıl durursak köylü de öyle duruyordu. Sakin bir sesle cevap verdi:

-tarlayı sürüyorum.
-iyi ama, bu tarla senin midir?
-değildir.
-kimindir?
-atatürk’ündür!.

Köylü bu cevabı vermekle suçu kabul etmiş oluyordu. Bu itibarla dava kaybolmuş demekti. Atatürk, kendi toprağına tecavüz edildiği için değil, haksızlık yapıldığı için sertlendi ve sordu:

-iyi ama, sen başkasının toprağını ona sormadan ve izin alınmadan sürülüp ekilmeyeceğini bilmiyormusun?

Köylü hiç telaş etmiyordu. Aynı sükunetle dedi ki:

-biliyorum, fakat benim bu tarlayı sürüp ekmeye hakkım vardır!

Atatürk’ün kaşları çatıldı ve büyük bir merak ve hayretle ona sordu:

-bu hakkı nereden alıyorsun?

-çok basit… Atatürk bizim babamız değil mi?İnsan babasının tarlasını sürüp ekerse kabahat mi işlemiş olur?

Atatürk’ün yüzünde takdir ve sevgi duygularının en coşkununu anlatan engin bir gülümseme oldu, köylünün sırtını okşadı ve;

-haklısın!.. Diyerek uzaklaştı.

(nükte ve fıkralarla atatürk, sh. 99-100)


İkimiz de “gazi”yiz…

Bir tarihte eskişehir’i ziyaretinde; yakın köylerde gezinti yaparken, asırlık çınarların gölgesine sığınmış bir köy kahvesi önünde otomobili durdurdu. Salih bozok’a;

– bu çınarları hatırlıyorum… Dedi; zaferden sonra bir gün yolum düşmüştü!… Eski hatıraları bir an tekrar yaşatmak için; araba dan inip, büyük bir tevuzuyla köy kahvesinin harap iskemlesine oturdu.

Biraz sonra kahveci ona, köyünün yegane ikramı olan ayranı temiz bardaklar içinde getirince ügaziü pek memnun oldu. Yaşlı kahveciye sordu:

– adın ne?…

– yusuf!…

– buralarda geçmiş harbi hatırlar mısın?…

– nasıl hatırlamam, paşam?… Maiyetinde çavuştum!…

– maiyetimde mi…
Bütün kuvvetlerin baş kumandanı değil miydin, paşam!… Hep emrinde savaştık.

Büyük kurtarıcı zeki köylüyü takdir etmişti. Aferin; gazi yusuf çavuş!… Deyince, eski asker el buğladı:

– estağfurullah, paşam!… Gazi sizsiniz!…

– rütbe başka… Fakat harpten dönmüş iki asker olmamız sıfatiyle ikimiz de “gazi”yiz!…

Ve tepside duran ayran bardaklarından birini bizzat eliyle çavuşa vermek lütfunu göstererek, ilave etti:

– şerefine gazi yusuf çavuş!…

– şerefte daim ol paşam!…

Ağlamaktan ayranı içemeyen kahveciye, o zamanın çok parası olan bir yüzlük verip gülümsedi:

– allahaısmarladık, silah arkadaşım!…

Atatürkün nükteleri-fıkraları-hatıraları
Sh 50-51


Atatürk’e bir köylünün cevabı

Tarihimiz sayısız savaşlarla doludur. Biz bu savaşlardan başkaldırıp ne memleketi imar edebilmişiz, ne de kendimiz refaha kavuşmuşuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda olduğu kadar düşmanlarımızdadır da. Çünkü başta moskoflar olmak üzere düşmanlarımız hep şöyle düşünürlerdi :

– türklere rahat vermemeli ki, başka sahalarda ilerleyemesinler…

Bunun için de sık sık başımıza belalar çıkarırlar, savaşlar açarlar, balkan milletlerini üistiklalü diye kışkırtırlardı.

Biz böyle durmadan savaşırken de o zamanlar askere alınmayan gayri müslimler durmadan zenginleşirlerdi.

Onların neden zengin, bizim neden fakir kaldığımızı bir köylü, atatürk’e verdiği kısa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmiştir.

Atatürk, mersin’e yaptığı seyahatlerden birinde, şehirde gördüğü büyük binaları işaret ederek sormuş :

– bu köşk kimin ?
– kirkor’un…
– ya şu koca bina ?
– yargo’nun
– ya şu ?
– salomon’un…

Atatürk biraz sinirlenerek sormuş :

– onlar bu binaları yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananların arkalarından bir köylünün sesi duyulur :

– biz mi nerede idik ? Biz yemen’de, tuna boylarında, balkanlarda arnavutluk dağlarında, kafkaslar’da, çanakkale’de, sakarya’da savaşıyorduk paşam…

Atatürk bu hatırasını naklederken :

– hayatımda cevap veremediğim yegane insan bu ak sakallı ihtiyar olmuştur, der dururdu.

Atatürk’ün nükteleri-fıkraları-hatıraları, sh 18


İnsan, asker ve baba atatürk

Asker, politikacı atatürk aynı zamanda iyi bir de baba idi. Çocuklarla yakından ilgilenirdi. Bilhassa askeri okulların talebeleri en çok ilgilendiği kişilerdi.

1929 yılının bir sonbaharın trenle istanbul’dan ankara’ya dönüyordu. Özel tren hereke istasyonunda kısa bir duruş yapmıştı… Birden ata’nın gözü istasyon meydanında silah çatmış istirahat eden er kıyafetli gençlere ilişti. Ve bunları bir el işareti ile yanına çağırdı. Koşuştular, trenin bir adım yakınında levent vücutlar sanki birden çakılıp kaldılar. Gözleri atalarındaydı. Bir emir bekliyor gibiydiler.

– siz kimsiniz ne yapıyorsunuz burada ?

Hepsi bir ağızdan gök gürültüsünü andıran bir haykırışla cevapladılar.

– harbiye stajeriyiz paşam, manevraya gidiyoruz.

Fazlaca mütehassis olan atatürk ;

– bu kısa duraklamadan faydalanarak size bazı şeyler söylemek isterim! Dedi. Bir an gözlerini onların üzerlerinde gezdirdi ve şöyle devam etti,

– madem ki, zabit olacaksınız mesleğinizin size yüklediği sorumluluğu müdrik olarak çalışın. Kendinizi geleceğe ona göre hazırlayın, türk tarihini tetkik ederseniz göreceksiniz ki bu millet ne zaman yükseldi ise türk subaylarının omuzlarında yükselmiş, ne zaman düşmüş ise zabitlerinin çizmeleri altına düşmüştür.

Harbiye talebeleri ata’nın bu nasihatını büyük bir dikkatle ve “hazırol” vaziyette dinlediler. Atatürk’ün gözleri denize dalmıştı. Tekrar ağır düşüncelerden sıyrılır gibi bir hareket yaparak

– “sizin bir marşınız var, onu bana söyleyin dedi, ” marş bitince geri döndü ve arkasında bekleyenlere bir şeyler söyledi. Koşuşmalar oldu. Atatürk tekrar pencereden dışarıya uzandığı zaman elinde büyükçe bir paket vardı. Tren ağır ağır hareket ederken atatürk gençlere hitaben şöyle diyordu;

– “size birşeyler ikram etmek isterim. Kusura bakmayın, yol hali başka bir şeyim yok. Belki hepiniz sigara içmiyorsunuz, belki bir kısmınız içiyor, bir kısmınız içmiyor, ama bu sigara benim sigaramdır. Bundan hepiniz içeceksiniz. Sayıları az olduğu içinde tabirimi mazur görün onları nefes nefes içmenizi isterim. ”

Genç harbiyeliler hep bir ağızdan “sağol paşam” diye bağırdılar ve ata’nın attığı paketi havada kaptılar.

Ata’nın bu sözleri üzerinden 33 yıl gibi çok uzun bir zaman geçmesine rağmen o günleri yaşayanların kulaklarında çınlamaktadır.

– “nefes, nefes içmenizi isterim !”

Tren uzaklaştıktan sonra uzun uzun ata’nın ardından bakan bizler, ne demek istediğini çözmeye çalışırken bir karışıklık oldu ve sigaralar kapışıldı.

Bunlardan üç tanesi g. M. K. (gazi mustafa kemal) markalı sigara bana bu hatırayı nakleden emekli albay fuat uluç’un en kıymetli hatırası olarak söylenmektedir.

Sait arif terzioğlu,


ASKERLE GÜREŞ

Bir gezisinde, Kolordu binasının kapısında aslan yapılı bir Mehmetçik gördü. Çağırdı ve güler yüzle sordu:
– Sen güreş bilir misin?

Yanındakilerden en kuvvetli görünenlerle Mehmetçiği güreştirdi. Genç asker her zaman üstün geliyordu. Çok neşelendi, ayağa fırladı.

Ceketini çıkarıp Mehmet’e ense tuttu:
– Haydi, bir de benimle güreş!

Katıksız ve temiz Anadolu çocuğu Ata’sının yüzüne hayranlıkla baktı:
– “Atam,” dedi. “Senin sırtını yedi düvel yere getiremedi. Bir Mehmet mi bu işi başarır?”

Gözleri doldu ve ağlamamak için gülmeye çalıştı.

Tahsin UZER

Kaynak: Millet Dergisi, 1946


KAHRAMAN TÜRK KADINI

17Mart 1923 Tarsus:

Mustafa Kemal İstasyon’dan şehre doğru, bir süre yaya olarak yürüdü. O’nu görmek için sabahtan itibaren yolları dolduran Tarsusluların arasından neşe ile selamlar vererek, ilerledi. O sırada ansızın bir olayla karşılaştı.

Milli Mücadele’deki çete giysili bir kadın, Atatürk’ün yolunu keserek ayağına kapandı. Gözyaşlarıyla şöyle haykırıyordu:
– “Bastığın toprağa kurban olayım Paşam!”
Mustafa Kemal onu yerden kaldırmak için eğilirken kulağına bu kadının Kurtuluş Savaşında cephelerde çarpışmış olan (Adile Çavuş) olduğunu fısıldadılar.

Gözlerinden iki damla yaş düşen Mustafa Kemal, bu güneşten yüzü yanmış kadının elinden tutup ayağa kaldırdı ve ona şöyle seslendi:
– “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil, omuzlar üzerinde yükselmeye layıksın.”

Taha TOROS


Vatan Toprağı Temizdir.

Kral Edward İstanbul’a geldiğ zaman yatından bir motora binerek Dolmabahçe Sarayı’na yanaştı. Atatürk’te rıhtımda onu bekliyordu. Deniz dalgalıydı ve kralın bindiği motor inip çıkıyordu. Kral rıhtıma çıkmak istediğinde eli yere değidi ve tozlandı, o sırada Atatürk’te elini uzatmış kralı rıhtıma çekmek için hamle yapmıştı.
Bunu gören kral elini mendille silmek istediği bir anda Atatürk:

– Vatanımın toprağı temzidir, o elinizi kirletmez! diyerek, kralın elinden tutp rıhtıma çıkarıverdi.

Enver Behman Şapolyo


Atatürk ve köylü

Atatürk, sık sık memleketi dolaşan bir liderdi. Çiftçi ile konuşur; işçi, sanatkar, esnaf ile konuşur. Memleketin derdini arar bulur. Meclise getirir, milletvekillerinden, bakanlardan hesap sorardı.
İşte böyle yurt gezilerinden birinde orta anadolu’da tarlasında çift süren bir çiftçi ile karşılaşmıştır.
– kolay gele, bereketli ola ağa.
– allah razı olsun bey.
– hayrola ağa, öküzün teki ne oldu?
– devlete borcumuz vardı bey, icra kapımızı çalınca çaresiz kaldık, koca öküzü satıp borcumuzu ödedik.
– “sağlık olsun ağa” diyerek konuşmasını kısa kesmiştir.

Çiftçinin adı halil ağa idi. Atatürk’ün yanındakiler, içişleri bakanı şükrü kaya, salih bozok, kılıç ali, husrev gerede, emir subayı resuhi bey, daha bir kaç yakını vardı. Yürüyorlardı. Atatürk düşünceli idi. Salih bozok’u yanına çağırdı. Salih, yarın sabah git halil ağayı bul, bana getir. Benim kim olduğumu sorarsa, bizim bey seni bir kahve içmeye çağırıyor de.

Ertesi gün; salih bozok halil ağayı bulmuş, yanına getirmiştir. Atatürk ayağa kalkarak; übuyur halil ağaü deyip bir sandalye göstermiştir. Zamanın başbakanı ismet inönü de salonda bulunuyordu ve olanlardan habersizdi. Atatürk halil ağaya dönerek; “halil ağa, anlat şu vergi işini bir daha” demişti.

Halil ağa, vergi borcunu, icrayı, satılan öküzünü tekrar anlattı. Atatürk kaşlarını çatarak ismet paşa ve şükrü kaya’ya dönerek; “arkadaşlar, biz istiklal savaşını halil ağanın öküzünü icra yoluyla satalım diye yapmadık. Bu memlekette adaleti, vatandaşı böyle mi koruyacağız. Gerekirse vergi borcu ertelenebilir. Köylünün çift sürdüğü öküzü elinden alınmaz. ”

Halil ağa “sen atatürk paşamsın galiba, beni bağışla, kusur ettim” diye yalvaracak oldu.

“sana güle güle halil ağa, sen bizim gözümüzü açtın” diye halil ağayı ayakta uğurlamıştı. Atatürk türk köylüsünün borcu konusunda çok titiz davranmıştır.

Olaylar ve atatürk sh 41-42


Hacer nine

Hacer nine yine bunalmıştı. İçi içine sığmıyordu. Beş gözlü evinin içi yine birkaç gündür zindan kesilmişti. Düşündükçe yüreği yerinden kopuyordu. Yetmiş yaşındaki bu kimsesizlik ona büsbütün koymuştu.

Kocasını yemen’de kaybetmişti. Bir oğlu balkanlarda, ikisi de çöllerde kalmıştı. Bir gelini ile üç torunu vardı. Gelini hastalıktan öldü, torunlarının biri de büyük muharebede şehit düştü. Birisi ikinci inönü’den dönmedi.
En son torununu da sakarya’ya gönderdi. Bir gün haber aldık ki en son delikanlısı da duatepe muharebesinde öteki ağalarının yanına göçüp gitmişti.

Çok ağladı. Fakat üsakarya kazanıldıü haberi gelince ağlaması durdu, gülmeye başladı.

Ondan sonra vakit vakit böyle bunalırdı. Ve her bunalışında ça rıklarını çeker, değneğini alır, ankara’nın yolunu tutardı. Bu sefer de öyle yaptı. Saatlerce yürüdükten sonra ikindide ankara’ya geldi, doğruca gitti, büyük millet meclisinin kapısı önünde durup çömeldi.

Aradan biraz vakit geçti, sordular:”

– nine ne istiyorsun?

– hiç, hiç bir şey. ”

– ya neden burada duruyorsun?

– onun gözlerini görmek için çıkmasını bekliyorum.

– o dediğin kim?

– gazi paşa.

Sonunda hikayesini anlattı, sonunda dedi ki;

– işte böyle, ara sıra çok bunaldıkça buraya gelirim. O millet meclisinden çıkarken gözlerine bakarım. Mavi bebeklerinde bütün ölenlerimin gözlerini görür gibi olurum. Sonra içime bir ferahlık dolar, kalkar köyüme giderim.

İşte siperlerde evlat, torun gömmüş türk ninesi buna derler.

Atatürk’ün nükteleri-fıkraları-hatıraları
Sh 29-30


Hakiki insan

Atatürk, muhtelif vesilelerle maiyetinde çalışan kimselerin samimiyet ve sadakatlarını imtihan etmesini gayet iyi bilirdi. İnsanların halet-i ruhiyesini, niyet ve emellerini teşhis ve temyiz etetmekte şelaleler saçan bir zekaya malikti.

O büyük insan, bir gece çankaya köşkündeki bir ziyafette devrin vekillerinden maruf bir zata şöyle bir sual sorar :

– beni hakikaten sever misiniz ?

Muhatabı hemen cevabı yapıştırır :

– sevmek ne kelime atam, taparım !”

– peki her dediğimi de yapar mısınız ?

– derhal

Atakürk, bu söz üzerine belinden tabancasını çıkarır ona uzatır.

– öyleyse, al tabancamı, sık kafana… ”

– aman atam der, herhalde benimle şaka ediyorsunuz. Benim ölmemi istemezsiniz. Meseleyi anlayan atatürk, yeleleri kabaran bir aslan mehabetiyle dışarda hizmet eden askeri yanına çağırıp aynı sualleri sorup, cevabını aldıktan sonra, karşısında toroslardan kopmuş bir kaya parçası gibi duran bu bağrı yanık anadolu çocuğuna tabancasını uzatıp kafasına sıkmasını emreder. Aslan mehmetçik, bu emri bilatereddüt yerine getirir, fakat kendisine bir şey olmaz. Çünkü, atatürk, daha önce tabancasındaki merminin kurşununu çıkarmıştır.

İşte o zaman, atatürk yanındakilere şöyle der :”

– beni ve vatanı seven hakiki insanı gördünüz mü ?

Atatürk’ün nükteleri-fıkraları-hatıraları, sh 17

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz